SAVAŞ ÇOCUKLARI


Sabahın ilk ışıklarıyla kalkmıştı yine. uzun bir uyku uyumayalı yıllar olmuştu, artık uzun uykular mümkün değildi zaten… Eşyalarını toplamaya başladı usulca birkaç parça eşya alacaktı sadece, nasıl derlerdi yükte hafif pahada ağır eşyalarını ve kıyafetlerini. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu usulca ama artık dayanacak gücü de kalmamıştı. Çocuklarını ve kendisini düşünmek zorundaydı. Emin olduğu tek şey bu savaşın, karmaşanın kazananının olmayacağıydı. Kolayca topladı eşyalarını, zaten kaç gündür kafasında şekillendirmişti her şeyi. Çocuklarına bakmaya gitti, usulca kapılarını açtı ve bir süre yaşlı gözlere onları izledi.
İşte yine başlamıştı patlama ve silah sesleri. Birazdan çocuklar da ağlayarak uyanacaklardı. Banyoya gitti yüzünü yıkadı, aynaya baktı ve eski güzel günleri düşündü.
Eskiden kordonda uzun yürüyüşlere çıkardı. Kocası, çocukları… Mutlulukla ışıldardı gözleri,yüzleri… Şimdi ise deniz kenarına çıkmak neredeyse olanaksızdı. Oraya gidene kadar ölmeyeceğinizin garantisini veremezdi kimse. Görmezden geldikleri, huzurları kaçmasın diye sustukları her şey hayatlarının bir parçası olmuştu. Bir yanda siyasiler, bir yanda teröristler, her sokak başında ölümler, cesetler... En eski tabiriyle ‘’ölüm kol geziyordu sokaklarda’’. Perdeyi araladı usulca denize baktı ve eski İzmir’i hatırlamaya devam etti… Çimleri, çimlerin üzerinde yalın ayak gezen insanları, oturanlar, sohbet edenler, içenler içmeyenlerle güzel İzmir’i düşündü, bir kez daha ağladı bu sefer İzmir için..
Artık her yere harabelere rastlamak mümkündü, savaş tüm binaları yıkmıştı neredeyse ve ayırt etmeden tüm insanları vurmuştu. İlk ölenlerden birisi de kocası olmuştu. Kendi özgür dünyalarına öyle alışmışlardı ki, dışarıda olanları, ülkede olanları düşünmez olmuşlardı. Bu girdaptan böyle korunacaklarına inansalar da bir gün tam da ortasına çekmişti bu girdap onları. Eve gelirken bir sokaktan geçmeye çalışan kocası ‘’Geçemezsin’’ diyenlere nedenini sorması üzerine saatlerce dayak yemiş, artık ölmek üzere, bitap bir haldeyken sokak kenarına atılmıştı.
Geç sorulan bir soruydu belki de.. ‘’Neden?’’... En başından sorsaydı bu insanlar bu girdabın nedenini önleyebilirlerdi bu kadar büyümesini. Ama sormadılar, umursamadılar, kendileri ölene kadar hiçbir zaman yeterli duyarlılığı göstermediler. İşte bugün, bu gece ve her gece ve de her sabah çocuklarının gözlerinin içine bakamıyor, ‘’Neden?’’ sorusunun cevabını asla veremiyordu.
Şimdi elinde ufak bir çanta, çocuklarıyla sonu bilinmeyen bir yolculuğa çıkarken aklına bunların gelmesi ne üzücüydü. Ne üzücüydü ki zamanında durdurmak için hiçbir şey yapmamıştı olanları ve olacakları…
Ülkenin her gün sürüklendiği kaosu görmüşlerdi. İzmir’de olmanın güvenini hissetmişlerdi kendilerince ve susmuşlardı, umursamamışlardı. Burası İzmir, özel bölge burada başımıza hiçbir şey gelmez mantığı vardı ya işte şimdi başlarına bunca şey gelirken bile güldürüyordu bu onu. İzmir, Çanakkale, Antalya ve İstanbul… Birer alev topuna dönmüş üç şehir olmuştu artık…
Çocuklarını uyandırıp gitmeliydi artık, birazdan daha da şiddetlenecekti çatışmalar ve yine sokağa çıkmak imkansız hale gelecekti. Kimin öldüğü, ne için öldüğü önemli değildi artık. Bu insanlar sadece kelle sayıyordu, çocuk,kadın, erkek, yaşlı, genç dinlemeden herkesi öldürüyor ve onlara sadece birer sayı muamelesi yapıyorlardı. Tıpkı zamanında onların da yaptığı gibi..
Sessizce çocukların yanına gitti, şimdi yan yana yatıyorlardı. Sanırım uyanıp sarıldılar dedi kendi kendine ve dudaklarından bir gülümseme geçti usulca. Hala sevgi vardı işte, en azından bu masum çocukların gözlerinde ve kalplerinde hala sevgi vardı. Güzel çocukları, gözlerinde gökyüzüyle doğan Emir’i, melek yüzlü Hasret’i. Emir öyle güzel gülerdi ki güneş açtı zannederdiniz karanlık bulutlarla çevrili günlerde. Hasret her zaman akıllı, her zaman mahzundu. Ama öyle güzel konuşurdu, öyle akıllıydı ki onu sevmeden edemezdiniz. Artık Hasret hiç konuşmuyordu, Emir ise gülmeyeli aylar olmuştu. Çocukları artık onun çocukları olmaktan çıkmış, savaş çocukları olmuşlardı.
Yatağın kenarına oturdu, önce Hasret’i sonra Emir’i öptü. Uyanan çocuklarının başlarını okşayarak onları hazırlamaya başladı. Temiz kıyafetlerini giydirdi ve bir yürüyüşe çıkacaklarını söyledi. Onlara yalan söylemekten hoşlanmasa da daha fazla korkmalarını önlemek için buna mecbur hissediyordu kendisini. Hasret Emir’in annesi gibi olmuştu artık. Başına bir şey gelse gözü arkada kalmazdı belki de. Savaş çocuklarını birbirine yaklaştırmıştı. Artık neredeyse hiç kavga etmiyorlardı. Sevecek bir şeyleri kalmamıştı ya belki de o yüzden böyle çok seviyorlardı birbirlerini. Ne bebekler, ne güzel kıyafetler, ne oyuncaklar televizyonları bile yoktu. Düştükleri bu duruma kendisi bile şaşırıyordu ama tüm bunları ya satmış ya da güzel yemeklerle takas etmişti. Bir tavuk için 120 ekran televizyonlarını vereceğini söyleseler inanmak şöyle dursun böyle imkansız bi şey hayal ettiği için deli zannederdi karşısındakini. Ama geçen hafta olmuştu işte… Yemekleri öyle azalmıştı ki yine bir yandan da seviniyordu kaçacaklarına.
Saate bakı az kalmıştı, hemen çıkmaları gerekiyordu. Bir kaç gündür saat kaçta çıkmaları gerektiğine karar vermek için çatışmaların arttığı saatleri not ediyordu ve saat dokuz olmadan gideceği yere varmış olması gerektiğini iyi öğrenmişti.
Önce Çeşme’ye gideceklerdi. Oradan bir tekne bulup Sakız adasına geçecek oradan da bir şekilde Atina’ya... Bir şekilde Avrupa’ya ulaşacaklarına inanmıştı. Bunu başaran çok insan duymuştu ve çocuklarıyla birlikte o da başaracaktı. Yapması gereken tek şey buluşma noktasına gitmek ve gece yarısı gelecek olan araca binmekti. Böyle söyleyince ne kolay gözüküyordu değil mi? Halbuki yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiden geçmeye hazırlanıyorlardı..
Çocuklar artık hazırdı. Birer bardak süt ve birer dilim ekmek yediler. Artık yiyeceklerden şikayet etmiyorlardı. İlk açlık günleri ne zordu oysa, açlıktan sızana kadar ağlarlar, eskiden yedikleri lezzetli yemekleri isterlerdi. Çoğu gece kendisinin de aç yatıyordu. Çocuklara verdiği bu yemeklerin çoğunu küçük olan Emir yerdi. Hasret kardeşine karşı öyle bir koruma iç güdüsü geliştirmişti ki artık kendinden çok onu düşünüyordu.
Ve işte şimdi soğuk sabaha adımlarını atmışlar, karanlıklardan gizlenerek buluşma noktasındaki güvenli eve gidiyorlardı. 10 dakikalık yolu saklanarak yaklaşık bir saatte gitmişlerdi.
Hiçbir zaman inanmamıştı mucizelere ama bugün hepsinin sağ salim bu güvenli eve gelmiş olması onun hayatındaki en büyük mucizelerden birisi olmuştu.
Geç saatlerde ayarladığı araba geldi. Çocuklarıyla birlikte arabaya bindiler ve son sürat Çeşme’ye teknenin kalkmasının olası olduğu yere gidiyorlardı. hızla, korkarak ve elbette saklanarak.
Teknenin kalkacağı yere geldiklerinde kaçak bir tekne için ne büyük kalabalık diye düşündü. Tam tekneye adım atmak üzereyken bir uyarı geldi kaçakçılardan. ‘’Abla yer yok, zaten yükümüz çok bak görüyorsun kalabalığı. Çocukları ver götürelim ama seni alamayız’’. Ne yapacağını şaşırdı sadece beş dakika içinde hayatının en önemli kararını vermek zorundaydı ve çocuklarını ağlayarak, onların yalvarmalarına ve ağlamalarına aldırmamaya çalışarak tekneye bindirdi.
Şimdi sahilden uzaklaşmalarını izliyordu. Tekne gitti, gitti ve gitti. En sonunda gecenin karanlığında görünmez oldu. Ardına döndü, artık yaşamak için bir amacı var mıydı? Bilmiyordu. Tüm eşyalarını çocuklarla birlikte göndermişti. Cebinden bir resim çıkardı. Kocası ve çocuklarıyla çekildikleri mutluluk dolu bir hatıra. Onların yanına gitme umudu vardı elbette, gidecek ve onları bulacaktı mutlaka. Bundan sonra yaşamanın tek amacı çocuklarını bulmak olacaktı onun için.
Ne garip ki kurtulduklarını düşündükçe seviniyordu da bir yandan. Bir zamanlar bu sahillerde mutlulukla, gülerek gezdiği zamanları hatırladı ve umutla doldurdu içini. Yiyecek ekmekleri olmadığından beri daha çok umut ediyordu, daha çok hayal kuruyor hayalleriyle doyuyordu..
Arabayla güvenli eve geri döndü. İnsanlar radyonun başında toplanmışlardı. Yüzlerinde hüzün vardı. Ancak ona bakışlarındaki acımayı görünce o da radyodan gelen sesleri dinlemeye başladı.
Tekne, batmak, kimsenin kurtulamaması… Kulaklarında yüksek bir çınlama ve bir baş dönmesiyle olduğu yerde mııhlanmıştı. Ağlamıyordu, ağlayamıyordu… Ve bir anda duyulabilecek en acı çığlığı atmaya başladı, hiç durmadan, dakikalarca…

Yorumlar